Sonunda sıfır okuyucuya ulaştım

Yazı yazma serüvenimde bu noktayı göreceğimi düşünmemiştim. Uzun bir süredir bu (Türkçe) blog’uma hiçbir okuyucu uğramıyor. Ingilizce blog‘umun okuyucu sayısı da çok azaldı.

Önceleri Google PageRank algoritmasını suçladım, sonra YouTube’u suçladım. Ben dahil herkes ya YouTube ya da diğer görsel platformlarda vakit geçiriyor. Hiç kimse okumuyor dedim.

Asıl sebep galiba diğer blogları ziyaret etmememden ve başka yerlerde yorum yazmamamdan kaynaklanıyor. Kısacası uzak duruyorum. Arkadaşlıklar geliştirmiyorum. Asıl sebep bu.

Bir diğer neden ise tembellik. Burada daha çok yazı yazsam ziyaretçi gelir herhalde.

Hepimiz bir gün unutulacağız. Bu fikre de alışmak gerek.

Bir yıl daha geçmiş

Buradaki yazılarım iyice seyreldi. Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur misali Türkçe blog yazılarımı ihmal ettiğim için ve okurlarla iletişim kurmadığım için okuyucularım iyice azaldı. Buradaki yazılarımı günde 1 ya da 2 kişi okuyor. Buraya uğrayanlar yazıları okuyor mu ondan da emin değilim. Benim asıl blogumun okur sayısı da çok azaldı aynı sebeplerden dolayı. Yorumlara kapalıyım, başkalarının blogunda yorum yapmıyorum. Niye gelsin okur. Arama motorlarından uğruyor birkaç kişi. Gençlerin ilgisini çeken şeyler yazmıyorum. Orta yaşlıların da ilgisini çekmiyor benim ilgilendigim konular. Ayrıca hepimiz biliyoruz ki artık kimse okumuyor. YouTube ile rekabet mümkün değil.

Niye yazıyorum o zaman senede bir kez de olsa? Ben de bilmiyorum. Ego’dur yazdıran eminim. Can çıkmadıkça hep bir şey söyleme isteği, hep bir ilgi çekme ihtiyacı devam ediyor. Daha önce bahsetmiştim takdir edilme ihtiyacının çok önemli olduğundan. Biz takdiri diğer insanlarda arıyoruz ve büyük hayal kırıklığı yaşıyoruz. Önemli olan Allah’ın takdiri ve rızası demiştim o yazıda. Söylemesi kolay yapması zor!

Son bir yılda neler oldu benim hayatımda? İşimi kaybettim ve 61 yaşımda iş aramak zorunda kaldım. Çok şükür iş buldum ama tamamen sıfırdan başlamak zorunda kaldım. Ego terbiyesi devam ediyor!

Boğaziçi’den benim dönemimde mezun olan arkadaşlar çoktan emekli oldular. Benim yaşlardaki doktor arkadaşlarım da emekli oldular. Ben günde 10 saat bilgisayar yazılımı, istatistik, veri analizi, risk analizi yapmaya devam ediyorum. Gençlerin kulağına hoş geliyordur belki bu söylediklerim ama benim için öyle değil. Asıl istediğim bilime bir katkı yapmaktı. Bir süre fizikçi olarak o yönde yürüdüm ama sonra başka yönlere doğru sürüklendim ve bir daha bilim dünyasına profesyonel olarak geri dönemedim. Ben fizik ve felsefe’ye daha çok zaman ayırmak isterken hayat beni sürekli gereksiz meşguliyetlere itti. Gereksiz diyorum çünkü yaptığım işlerin insanlığa bir faydası yok. Aileme ve yakın çevreme biraz faydam olduysa ona şükrediyorum.

Gençlere sesleniyorum, bilimle ilgilenen gençlere. İçinizde yanan bilim aşkının sönmesine müsade etmeyin. Aile sorumlulukları ya da ihtiyaçlar sizi başka yönlere sürüklemeye başladığında direnin, bilim insanı olma yolunda devam edin. Şartları zorlayın.

İnsani gelişim yolu da bilim insanı olma yolundan farksız. Engellerle, zorluklarla dolu. İmtihanlar var. Korkmayın. Akıl sağlığınıza dikkat edin. Zorlukların, acıların ve kötülüklerin inancınızı zayıflatmasına müsade etmeyin.

Hayy’dan gelen Hu’ya gider

 

Hayy’dan gelen Hu’ya gider” deyimi halk arasında çok yanlış anlamda kullanılıyor. By deyimin gerçek anlamı:

O’ndan geliyoruz, O’na dönüyoruz.

Hayy: hayatın ve Kainat’ın kökeni, yaşayan ve diri olan.

Hu: Mutlak gerçek.

Hayy’ın kökeninde Hu var. Kainatın kökeninde de Hayy var. Kainat dolaylı olarak Hu’dan geliyor ve Hu’ya dönecek. Biz de aynı şekilde.

 

Bir yıl aradan sonra

En son 22 Haziran 2019’da yazmıştım burada. Neredeyse bir yıl geçmiş. Bu arada neler oldu neler!

Annemi kaybettim 19 Eylül 2019’da. Kansere yenik düştü. Babamı da kanserden kaybetmiştim 11 Haziran 2008 yılında. Dün yıldönümüydü. Nur içinde yatsınlar.

Annemin vefatının travmasını yaşarken başıma olmadık bir iş geldi. Dolandırıldım. Ev alma işlemleri sırasında çok büyük bir miktarda para (bir yıllık gelirimi) kaybettim. Amerika’da ev alma işlemleri noter yerine avukatlar aracılığıyla yapılıyor. Avukat’tan bütün bilgileri ele geçiren bir çete bana oyun kurarak sanki avukata evin depositesini (ev fiatının %10’u) ödüyormuşum gibi para transferi yapmamı sağladı. Bir terslik olduğunu hissetmiştim ama ferasetim bağlandı.

Sonra Covid-19 virus belası çıktı. En çok ölümlerin olduğu bölgede oturuyorum Amerika’da. Eve kapandık herkes gibi. Şükrettik hasta olmadığımıza. Belki de iyi oldu ev alamadığımız. Benim gibi 60 yaşında bir insanın ev kredisi (mortgage) alması doğru değil aslında. Çok büyük bir yükün altına girecektik. İş durumları da karıştı tabii. Büyük ihtimalle bu yıl sonunda istemeden erken emekliliğe adım atmış olacağım.

Bir yıllık emeğimi çalanlara karşı ne hissediyorum? Nefret etmiyorum. Onları Allah’a havale ediyorum. Sadece acıyorum onlara çünkü bana ve aileme çektirdikleri manevi acı onların defterine günah olarak yazıldı. Karma teorisi diye ifade ediyorum bazen. Yaptıkları kötülüğün cezasının ne kadar büyük olduğunun farkında değiller.

Konu kötülükten açılmışken, aşırı bencilliği de kötülük sayıyorum. Aşırı bencil insanların ailelerine ve çevrelerine verdikleri zararı yaşayarak gördüm. Aşırı bencillik de, en az hırsızlık gibi ağır bir günah bence.

Dünyada neden kötülük var bilmiyorum. Cevabını veremiyoruz çünkü büyük resmi göremiyoruz.

İnançsız olanlar “cevabı kolay, çünkü büyük resim yok” diyorlar. Bence var. Uzun yıllar boyunca yaptığım tefekküre ve kalbi tecrübelerime dayanarak size kesinlikle söyleyebilirim ki büyük resim var. Göremesek de var. Başımıza gelen her şeyin bir sebebi var. Yaşadıklarımız daha önceki günahlarımızın cezası olabilirde olmayabilirde. Başımıza gelen kötü şeylere sınav diyenler var. Eskiden “sınav” dan çok “etme/bulma” ya inanırdım. Yaşlandıkça sınavların olduğunu da görüyorum. Bir de “özel eğitim” var tabii. Benim “özel eğitim” dediğim egomuzu terbiye eden olaylar. Ego ve sonucu olan bencillik öyle kuvvetli ki hayatımızda, ego döngüsünün kırılması, egonun törpülenmesi, dönüşmesi, billur (saydam) hale gelmesi için bazen sarsıcı tecrübeler de yaşamamız gerekiyor demekki.

Önemli olan yöneliş

Daha önceki bir yazıda önemli olan Allah’ın razı olması demiştim ve o yazıyı ‘her ne kadar yalnız kalsanız da, hiç kimseden takdir görmeseniz de projelerinizi bitirin’ diyerek bitirmiştim. Evet, elinizden gelenin en iyisini yapmak, başladığınız işleri bitirmek çok önemli. Bir sonraki nesli düşünmek ve onlara bilgi kırıntıları bırakmak da öyle ama kültürel/bilimsel eserlerimizi çok da abartmayalım.

Önemli olan Allah’ın takdirini kazanmak. İnsanların takdiri olabilir de olmayabilir de. Bu bağlamda üstüne basa basa şunu söylemek gerekir: hiç bir meslek diğerinden üstün değildir. Bir bilim insanı ya da bir doktor kendini diğer insanlardan üstün göremez. Bir ilahiyatçı profesör hiç göremez çünkü ilahi düzende mesleklerin bir önemi olduğunu sanmıyorum. Önemli olan Allah’a yöneliş. Ne demek istediğimi aşağıda açıklayacağım.

Şimdiye kadar önce batı bilimiyle sonra doğu felsefesi ve meditasyonuyla ilgilendim. Doğup büyüdüğüm toprakların (Anadolu) özgün felsefelerini, dinlerini derinlemesine çalışamadım, yönelişim daha çok batıya doğruydu. Şimdi 60’ıma yaklaşırken dikkatim Anadolu’ya dönüyor, daha doğrusu Türkiye’deki ilahiyatçıların tartışmaları, kavgaları dikkatimi çekmeye başladı. Onlar üzerinden İslam tarihindeki tartışmaları da okuyorum, gözden geçiriyorum. Derin bir konu. Çok derin! İyi ki bu konulara dalmamışım diyorum. İçinden çıkamazdım.

İlahiyatçı hocalarımızın çoğunun tefsir çalışmaları var. Çok değerli bu çalışmalar tabii. Hocalarımızdan biri günde 14 saat çalıştığını söylüyor. İmrendim, keşke ben de kitabım üstünde günde 14 saat çalışabilsem. Onun ve benzerlerinin bu meşakkatli çalışmaları sonunda ciltlerce kitaplar basılacak. Benim çalışmalarım (Fizik/Metafizik) da belki birgün tek bir cilt olur. Günde 14-16 saat çalışan bilim insanları tanıyorum. Fermilab günlerimde ben de onlardan biriydim. Eve sadece uyumaya gidiyordum.

Benim Fermilab’de yaptığım çalışmalar, yazdığım Fizik makaleleri şimdi unutulup gitti, eskide kaldı. Üzerinde yıllarca çalıştığım Tevatron artık yok. Çalışmalarım buharlaştı mı? Hem evet hem hayır. O makalelere ulaşılabiliyor ama sadece bilim tarihi açısından az biraz kırıntı değerleri olabilir. Başka değerleri yok. Benzetme yapmak yanlış olur ama çoğu tefsir çalışmaları da zaman içinde az sayıda insana ulaşacak ve ulaştığı her insanda aynı faydayı yaratmıyacak. Ne demeye çalışıyorum? O hocamız tüm hayatını tefsir eserine vermesin mi? Tam tersine, hocamız inşallah eserini bitirme mutluluğunu tadar. Ben de inşallah kendi kitabımı bitirme mutluluğuna ererim. Benim kitabı okuyacak insan sayısı 100’ü geçmez. Okuyanlardan biri belki Allah razı olsun der belki demez. Önemli olan Allah’ın razı olması.

Biraz uzattım, asıl söylemek istediğime geleyim. Üzerinde yıllarca çalıştığımız projelerin — okul, köprü, hastane, buluş, bilimsel fikir, şiir, müzik, kitap, blog — tek başlarına anlamları yok. Zaman içinde kaybolup gidebilirler. Eğer bu projeleri Allah’a yönelişimizin bir ifadesi olarak yapıyorsak o zaman bu projelerin bir anlamı olur. O hocamızın tefsiri ya da benim kitabım unutulup gidebilir ama bu projeler bizim Allah’a yönelişimize vesile oldukları için amaçlarını yerine getirmiş olurlar.

Hem dünyevi hem de ilahi açıdan iş çıkarmak önemli ama iş yaparken ilahi yöneliş daha önemli.

 

Melekleşme

Daha önce “Ruhani gelişimin kriteri ne?” ve “Ruhaniyet ve Maneviyat arasındaki fark” diye yazılar yazmıştım. Şöyle demişim ruhani gelişimin kriterleri konusunda:

  1. 10 yıl önceye göre insanları daha çok sevmek
  2.  10 yıl önceye göre sezgi gücümüzün artmış olması

O zaman sadece iki kriter belirtmiştim fazla uzatmamak için. Ego’dan da bahsetmiştim o yazılarda ama bu sefer yeni bir kavramla söylemek istiyorum.

Melekleşme: giderek daha az bencil, daha verici, daha fedakar bir insan olmak.

Ruhani gelişimin en önemli kriteri melekleşme. İnsanları sevmeden melekleşme zaten mümkün değil ama asıl önemli olan insanlara yardım ederken oluşan fiziki ve manevi zorluklara dayanma kapasitesinin gelişmesi.

Ben insanları seviyorum demek ya da öyle hissetmek yeterli değil.

İnsanlara yardım uğruna zorluklara katlanmaya cesaretin var mı? Çile çekmeye razı mısın? Sorumluluktan kaçıyormusun yoksa sorumluluğunun bilincinde misin?

Ruhaniyet fedakarlık demek, sorumluluğun gereğini yerine getirmek demek. Ruhaniyet melekleşmek demek.

Patlamaya hazır volkan gibi

Çoğumuz patlamaya hazır bir volkan gibiyiz. Bastırılmış ego patlamaya hazır bekliyor. Olaylar, zorluklar, hayal kırıklıkları, ego kırılmaları, içimize attığımız öfke birikiyor sürekli.

Patlama noktasına gelmeden, bir şekilde bu enerjinin yönlendirilmesi gerekiyor. Potansiyel enerjiyi iş enerjisine dönüştürmeye benzer şekilde.

Böyle durumlarda en büyük tehlike isyan enerjisinin sevdiklerimizi, yakınlarımızı yakmasıdır.

İnsanları kırmadan içimizdeki bastırılmış enerjiyi yaratıcı işlere yönlendirelim. Yazalım, çizelim, fikir üretelim, iş kuralım.

Birkaç pratik üzerine

İnsani gelişim için yaptığımız çalışmalar var. Bu pratikleri hergün yapmaya çalışıyoruz. Birkaçını hatırlatayım:

  • Şükretmek
  • Af dilemek
  • Ego’nun sürekli konuşmasına ara vermek
  • Davranışlarımızı yukarıdan film seyreder gibi seyretmek
  • Kızgınlık ve kıskançlığın olmadığı hali yakalamaya çalışmak
  • Her baktığımız insanda ilahi güzelliği görebilmek için bir çaba

Ego sürekli konuşur diye yazmıştım daha önce. Günlük yaşamda egonun bu işkencesine ara vermenin en pratik yolu zikir bence. Metroda, otobüste, yürürken ve belki sürekli olarak (yapanlar var) zikir. Çok faydalı. Gerçekten bir fark yaratıyor.

Şükretme pratiği konusunda daha önce yazmamıştım. Ben gençken hep şikayet eden biriydim. Sabırsızdım. Mesleki başarıyı çok istedim ama bir türlü başarı gelmeyince içimde bir kırgınlık büyüdü. Olgunlaştıkça şükretmeyi öğrendim. Daha doğrusu öğrendiğimi zannettim. İçimden sürekli “çok şükür” “çok şükür” (zikir gibi) deyince şükrediliyor sandım.

Dilin söylemesi önemli ama gerçek şükretme zor zamanlarda bile mutluluğu aramak demek.

Hayat bir mücadele. Çok zor imtihanlar var. Nasıl mutlu olacağız zor zamanlarda? Cevabını herkes kendi bulacak. Yukarıda bahsettiğim pratiklerin bir yararı oluyor. Şükretme pratiğinde dilimizle “çok şükür” derken kalbimizde bir anlık mutluluk duyarsak gerçekten şükrediyoruz demektir.

Söylemesi kolay yapması zor.

Hikmet, Basiret, Irfan

Konuşma dili yaşayan bir şey. Diller sabit kalmazlar, gelişirler ve bazen de ölürler.  Ölü diller bazen diriltilir İbranice’de olduğu gibi. Bazen bir dili konuşan kimse kalmaz ve o dil konuşma dili olarak ölüdür fakat yazı ve edebiyat dili olarak devam eder Latince ve Sanskritçe de olduğu gibi.

Türkçe de hem yazı hem de konuşma dili olarak çok gelişti. Öz Türkçe idealine inanan biriyim. Türk Dil Kurumu‘nun (TDK) çabalarını takdirle karşılıyorum. Evet artık Osmanlı belgelerini okuyamıyoruz ama şimdi Türkçe daha özgün. Yazılarımdan da anlaşılacağı gibi ben her zaman TDK’nın yeni kelimelerini kullanmıyorum. Dikkat ederseniz “kelime” dedim “sözcük” demedim. Yerine göre “sözcük” de derim ama katı kuralcı değilim bu konuda.

Son 30 yıl içinde siyasi gelişmelerin sonucu olarak Türkçe’ye yeniden Osmanlı’da kullanılan kelimeleri yerleştirme çabaları var. Bunu TDK’ya bir reaksiyon olarak yapıyorlar. Bırakınız yapsınlar diyorum.

Bir dilin zenginliği kelime haznesinin zenginliğinden gelir. Türkçe’de Farsça ve Arapça kelimeler olması Türkçe’nin zenginliğine kaltkıda bulunur. Bağlaçlardaki çokluk (ama, fakat, lakin, zira) bir zenginlik katmıyor Türkçe’ye ama “hikmet”, “irfan”, “basiret” kesinlikle Türkçe’de daha çok kullanılmasını istediğim kelimeler.

Hikmet

Sesli Sozlük‘e göre:

Bilgelik, sebep, gizli sebep, Tanrı’nın insanlarca anlaşılamayan amacı.

İngilizce:  divine wisdom, profoundness

Basiret

Sesli Sozlük‘e göre:

Doğru görüş, uzağı görüş, seziş, uyanıklık, anlayış, kavrayış, dikkat, sağgörü

Osmanlı dönemi: Kalb gözüyle görme

İngilizce: foresight

Irfan: 

Sesli Sozlük‘e göre:

bilgi, anlama, sezme, kültür

Osmanli donemi:  Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur’an hakikatlarına vukufiyet.

Bırak dağınık kalsın

Bir önceki yazımda Allah tembelleri sevmez dedim. Şimdi bu yazıda tembelliğe övgü düzecek değilim. Başlığa aldanmayın.

Çocukluğumdan beri bilmek ve herşeyi anlamak arzusuyla yanıp tutuştum. Bu arzu nereden geliyor bilmiyorum. Bu arzuyla bilim insanı olmak istedim. Oldum da bir süreliğine ama bilim tatmin etmedi beni. Fizikçiliği bırakmam başka sebeplerden aslında ama bilimin sınırlarını görmem de etkili oldu kararımda.

Bilimle tatmin olmayınca dinleri, felsefeleri ögrendim. Arayışımın bir parçası olarak meditasyon da yaptım. Arayışım devam ediyor. Başlangıçta esoterik bilgi peşinde koşuyordum. Bunun çok anlamsız olduğunu anlayınca meditasyonla aydınlanma olacağını sandım. Beklediğim gibi bir aydınlanma olmadı ama İngilizce blogumda ifade ettigim fikirler bu sürecin içinde ortaya çıktı.

Bir ara arayışım tamamen İlahi Aşkı arayışa dönüştü. İlahi Aşkı hissettim, hissediyorum, ama cayır cayır yanar duruma gelemedim bir türlü. Daha sonraki aşamada ise ego terbiyesinin önemini farkettim. Anladım ki egoyla sezgi ters orantılı. Halen de egomu terbiye etmeye çalışıyorum. Kalbi çalışmaların merkezinde ego terbiyesi olmalı diye düşünüyorum.

Herşeyi bilme ve herşeyi açıklama arzusu ego’dan kaynaklanıyor. Burası kesin ama çok kötü olmayabilir bu dürtü. Kim kötü diyor ki diye sorabilirsiniz.

Daha önce de bahsettiğim gibi bir kitap hazırlıyorum. İngilizce blogumdan dişe dokunur fikirleri sistematize etmeye çalışıyorum. Yazdıkça anlıyorum boşuna bir çaba aslında. İçimden bir ses bırak dağınık kalsın diyor.

İnsan da insanlık da küçük adımlarla ilerliyor. Sistematik düşünce, derleyip toparlamak neden kötü olsun ki?

Sistematik, çok şeyi açıklayan düşünce kuşatıcı olabiliyor. Kuşatıcı demek herşeye karışan demek. Kuşatıcı demek dogmatik, katı düşünce demek. Bırak dağınık kalsın diyen ses haklı olabilir mi?

Kitabı yazarken çok acı bir şekilde hissediyorum zihinsel acizliğimi. Ne kadar çabalasam da zihinleri tatmin edecek bir düşünce kitabı çıkmayacak. Çıkamaz da zaten çünkü İlahi (aşkın) gerçeği zihinle kavramamız mümkün değil. Bu yüzden veliler kalb ile keşfi tavsiye ediyorlar. Öyleyse bırak dağınık kalsın diyen ses haklı olabilir mi?

İnsan fiziksel, zihinsel ve kalbi bir varlık. İnsan bu üç alanda gelişmek için geliyor dünyaya. Bırak dağınık kalsın diyen sesi dinlersek gelişim durur.

Bilime devam!

Felsefeye devam!

Kalbi keşfe devam!

 

Previous Older Entries